Gölge 1. Bölüm

Gölge 1. Bölüm

Şehir, üzerine çöken sis perdesiyle birlikte daha da tekinsiz bir hal almıştı. Gökdelenlerin tepeleri görünmez olmuş, neon ışıkları sisin içinde boğulur gibiydi. Bu şehirde, suçun ve gizemin kol gezdiği bu metropolde, ben de kendi gölgemin peşindeydim. Adım Arın, eski bir polis memuru, şimdilerde ise özel dedektif. Rozetimi bırakalı uzun zaman olmuştu, ama adalet duygusu içimde hala kor gibi yanıyordu.

Ofisim, şehrin en eski mahallelerinden birinde, rutubet kokan, dar bir sokakta bulunuyordu. Pencereden sızan cılız ışık, tozlu eşyaların üzerinde dans ediyordu. Kapım çaldığında, saatin gece yarısına yaklaştığını fark ettim. Gelen, uzun, siyah bir palto giymiş, yüzü gölgelerle örtülü bir adamdı.

“Arın Bey, sizinle konuşmam gereken bir konu var,” dedi adam, sesi kısık ve tedirgindi. Adını söylemedi. Sadece, kız kardeşinin kaybolduğunu ve polisin yeterince ilgilenmediğini belirtti. Kız kardeşinin adı Elif’ti. 25 yaşında, genç bir sanatçıydı. Birkaç gün önce evinden ayrılmış ve bir daha geri dönmemişti.

“Polise başvurdunuz mu?” diye sordum, sandalyemi ona doğru çevirirken.

“Evet, ama dedektifler yoğun olduklarını ve vakanın öncelikli olmadığını söylediler. Elif’in sadece kaçmış olabileceğini düşünüyorlar,” diye cevapladı adam, sesi öfkeyle titriyordu. “Ama ben biliyorum. Elif kaçmazdı. Başına bir şey geldi.”

Adamın gözlerindeki çaresizlik beni etkilemişti. Kayıp bir kız kardeş, ihmalkar bir polis teşkilatı… Bu davada bir şeyler vardı. Belki de sadece içgüdülerim beni yanıltmıyordu.

“Peki, Elif hakkında bana ne söyleyebilirsiniz?” diye sordum. “Alışkanlıkları, arkadaşları, son zamanlarda garip bir şeyler fark ettiniz mi?”

Adam, derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. Elif’in sakin, içine kapanık bir kız olduğunu, resim yapmayı çok sevdiğini, son zamanlarda ise daha da sessizleştiğini, sanki bir şeyden korkuyormuş gibi davrandığını söyledi. Birkaç hafta önce, Elif, gizemli bir telefon aldığını ve o günden sonra tedirginleştiğini de ekledi. Telefonun kimden geldiğini bilmiyordu.

“Telefon numarası?” diye sordum.

“Bilmiyorum. Elif, telefonu kimseye göstermedi. Saklıyordu,” diye cevapladı adam.

Bu, davayı daha da karmaşık hale getiriyordu. Gizli bir telefon, tedirgin bir ruh hali… Elif, bir şeylerden saklanıyordu. Ama neden ve kimden?

“Elif’in resimlerine bakabilir miyim?” diye sordum. “Belki resimlerinde bir ipucu bulabiliriz.”

Adam, başını salladı ve cebinden bir USB bellek çıkardı. “İşte Elif’in son resimlerinin dijital kopyaları.”

USB belleği bilgisayarıma taktım ve resimleri açtım. Elif’in resimleri, karanlık ve kasvetliydi. Soyut figürler, karmaşık desenler, ürkütücü manzaralar… Resimlerde bir huzursuzluk, bir çığlık vardı. Özellikle bir resim dikkatimi çekti. Resimde, yüksek bir binanın silueti, binanın tepesinde ise kara bir gölge vardı. Gölge, bir kuşu andırıyordu, ama kanatları yırtık ve parçalanmıştı.

“Bu bina neresi?” diye sordum, resmi adama göstererek.

Adam, resmi dikkatle inceledi. “Burası… Burası eski Demir Kule. Şehrin en yüksek binasıydı, ama yıllar önce terk edildi. Şimdi harabe halinde.”

Demir Kule… Hakkında birçok efsane dolaşıyordu. Kimileri, kulenin lanetli olduğunu, kimileri ise orada gizli bir tarikatın toplandığını söylüyordu. Elif’in bu kuleyi resmetmesi tesadüf olamazdı.

“Demir Kule’ye gitmemiz gerekiyor,” dedim. “Elif’in izini orada bulabiliriz.”

Adam, tereddüt etmeden başını salladı. “Ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.”

O gece, sisin yoğunluğu daha da artmıştı. Eski arabamla Demir Kule’ye doğru yol alırken, içimde kötü bir his vardı. Sanki karanlık bir girdabın içine çekiliyorduk. Demir Kule, sisin içinde devasa bir hayalet gibi yükseliyordu. Paslı demirleri, kırık camları, ürkütücü siluetiyle, adeta bir laneti barındırıyordu.

Kulenin etrafı dikenli tellerle çevriliydi, ama tellerdeki büyük bir delik, içeriye girmenin mümkün olduğunu gösteriyordu. Adamla birlikte tellerin arasından geçtik ve kulenin karanlık bahçesine girdik. Bahçe, yabani otlarla kaplıydı ve her yerde kırık cam parçaları vardı. Hava soğuk ve nemliydi, sanki kulenin duvarları bize soğuk bir nefes üflüyordu.

Kulenin giriş kapısı, zorla açılmıştı. İçeriye girdiğimizde, zifiri bir karanlıkla karşılaştık. El fenerimi çıkardım ve etrafı aydınlatmaya çalıştım. Kulenin içi, dışından daha da ürkütücüydü. Duvarlar grafitiyle kaplıydı, yerler çöplerle doluydu. Hava ağır ve küflüydü. Sanki burası, unutulmuş ruhların eviydi.

“Elif… Elif!” diye seslendim, ama yankıdan başka bir cevap alamadım.

Kulenin katlarını tek tek dolaşmaya başladık. Her katta, daha da derinlere iniyorduk. Her katta, karanlık daha da koyulaşıyordu. Birinci katta, eski ofislerin kalıntıları vardı. İkinci katta, kırık dökük mobilyalar ve yırtık gazeteler vardı. Üçüncü katta ise, bir ritüel yapıldığına dair işaretler vardı. Yerde, daire şeklinde çizilmiş bir sembol, etrafında ise mum artıkları ve tütsü kalıntıları vardı.

“Bu… Bu ne?” diye sordu adam, sesi titreyerek.

“Bir ritüel yapılmış burada,” dedim. “Ama ne tür bir ritüel, bilmiyorum.”

Bu ritüel, Elif’in kaybolmasıyla bağlantılı olabilir miydi? Yoksa sadece tesadüf müydü?

Dördüncü kata çıktığımızda, bir kapının aralık olduğunu gördük. Kapıdan sızan cılız bir ışık, içerde birilerinin olduğunu gösteriyordu. Yavaşça kapıya yaklaştık ve içeriye baktık. İçerde, bir grup insan, daire şeklinde oturmuş, garip bir şeyler söylüyorlardı. Ortalarında ise, bir kadın bağlıydı. Kadının yüzü görünmüyordu, ama uzun, siyah saçlarından Elif olduğunu anladım.

“Elif!” diye bağırdım ve kapıyı tekmeleyerek içeri girdim.

İçerdekiler, şaşkınlıkla bana döndüler. Hepsi de siyah cübbeler giymiş, yüzleri maskelerle örtülüydü. Liderleri ise, uzun, beyaz sakallı, yaşlı bir adamdı. Adamın gözleri, delilikle parlıyordu.

“Kimsiniz siz?” diye sordu adam, sesi tehditkar bir tonda.

“Elif’i kurtarmaya geldim,” dedim, silahımı çekerek.

O anda, içerdekiler üzerime saldırdılar. Bir anda, karanlık ve dar odada, bir ölüm kalım savaşı başladı. Gölge, üzerimize çökmüştü…

(Devam edecek…)

Yorum yapın